Ağrının Kapısını Kapatabilir Miyiz?

Bu gönderiyi oylayın
[Toplam: 1 Ortalama: 5]

Rukiye’nin Hikâyesiyle Başlayalım:  Ağrının Kapısını Kapatabilir Miyiz?

Rukiye, sabah işe yetişmeye çalışırken merdivenden hafifçe kaydı ve dizinin altını sertçe vurdu. İlk anda keskin bir sızı yükseldi bacağında. Dizini tuttu, içgüdüsel bir hareketle ovuşturmaya başladı. Bir mucize gibi birkaç saniye sonra ağrısı biraz hafifledi. Bunu daha önce de yaşamıştı. Hatta çocuğu dizini vurduğunda da “gel anneciğim, üfleyeyim geçsin” diyerek onu rahatlatmıştı. Gerçekten de bazen dokunmak, ağrıyı azaltıyordu. Ama neden?

İşte bu sorunun cevabını ilk kez 1965 yılında iki bilim insanı, Melzack ve Wall verdi. Ortaya attıkları teoriye “Kapı Kontrol Teorisi” adını verdiler. Onlara göre omuriliğin belirli bir bölgesinde, bir tür kapı mekanizması vardı. Bu kapı, bazen ağrı sinyallerini beyne iletirken bazen de onları bastırabiliyordu. Rukiye’nin dizini ovuşturduğunda aslında ağrı lifleri ile yarışan başka bir sinyal (dokunma sinyali) bu kapıyı kapatmıştı. Yani beyine ulaşan ağrı azalıyor, hissedilen acı da hafifliyordu.

O dönem için bu fikir devrim niteliğindeydi. Çünkü ağrı artık sadece doku hasarıyla açıklanmıyordu. Dokunma, baskı, hatta dikkat, stres ve duygular gibi başka faktörlerin de ağrı algısına yön verdiği düşünülüyordu. Rukiye’nin yaşadığı örnek sadece bir başlangıçtı; tedavi amaçlı uygulamalar (manuel terapi, elektroterapi, sıcak-soğuk uygulamalar, masaj vb. gibi) birinin sırtını ovuşturduğunuzda ya da TENS cihazı ile uyarı verdiğinizde bu kapıdan yararlanıyorduk.

Ancak zamanla başka hikâyeler de anlatılmaya başlandı. Örneğin, genç bir asker bacağından yaralanıp yere yığıldığında ağrı hissetmediğini söylüyordu. Ya da ameliyat sonrası her şey yolunda giden bir hasta, dikiş yerinin canını yakmasından şikâyetçiydi, oysa fiziksel bir sorun yoktu. Bütün bunlar gösterdi ki, kapı kontrol teorisi ağrı hissinin algılanmasını veya azaltılmasını açıklamakta tek başına yeterli değildi. Ağrıyı kontrol eden başka merkezler, başka dinamikler de olmalıydı.

Merdivende dizini tutan, acı içinde ama sakin görünen bir kadın. Sabah işe yetişmeye çalışırken kaymış ve dizini ovuşturuyor

Melzack yıllar sonra yeni bir teori geliştirdi: Nöromatriks Teorisi. Bu kez ağrının beyinde, birçok bölgenin birlikte çalışmasıyla oluştuğunu savundu. Hafıza, duygu, dikkat, öğrenme gibi süreçlerin ağrıyı şekillendirdiği düşünülüyordu. Yani Rukiye’nin dizindeki ağrı sadece dokunun hasarına bağlı değildi; onun ağrı geçmişi, stres seviyesi, hatta çocukken dizini yaraladığında aldığı bakım bile bu hissi etkileyebilirdi.

Bugün hâlâ Rukiye gibi insanlar ağrıyla baş etmek için fiziksel temasa yöneliyor. Ancak biliyoruz ki, kronik ağrılar artık yalnızca kapı kontrolü ile açıklanamıyor. Merkezi sinir sistemi, bazen ağrıyı üretmeye devam ediyor; doku iyileşse bile ağrı tam olarak geçmeyebiliyor. Bu yüzden kronik ağrıyı anlamak için artık sadece sinir yollarına değil, kişinin bütün yaşam öyküsüne, duygusal durumuna, sosyal bağlarına da bakıyoruz.

Ağrı bir tehlike sinyaliyse, beynimiz bu sinyali neden üretir, nasıl yorumlar ve ne zaman abartır? Bu soruların cevabı artık biyopsikososyal modelle açıklanıyor. Yani ağrıyı yalnızca sinirlerle değil; duygularla, düşüncelerle ve yaşamın tüm yükleriyle birlikte okuyoruz.

Rukiye’nin basit bir düşme anı, aslında bize şunu hatırlatıyor: Ağrının kapısı omurilikte açılıp kapanıyor olabilir ama anahtar çoğu zaman beynimizin derinliklerinde, hatta kalbimizin ritminde saklı.

bir yorum bırakın